pencereden gözetlersiniz değil mi insanları?
gözlemlerinizi paylaşmaya ne dersiniz?
hepbirlikte bir blog yazalım mı bununla ilgili?
benimle birlikte bu bloga yazmak isteyenler hlevci@gmail.com adresine bir mail atarlarsa blogda birlikte yazarız.
güzel olur gibi...
http://penceredenyansiyanlar.blogspot.com/
30 Temmuz 2010 Cuma
29 Temmuz 2010 Perşembe
sıkkınım ki!
bu aralar canım o kadar sıkılıyor ki...
o kadar kendimden uzağım ki...
bir şarkı dinliyorum, benden uzak, bulamıyorum içinde hiçbir şey kendimden...
bir şiir yazıyorum, tamamen bensiz...
bir önceki günü ben yaşamıyorum, bir sonraki günü ben yaşamayacağım...
soğuk duşlar alıyorum sabahları, uyanamıyorum!
rüya göremiyorum diyorum ama her şey rüya gibi bu aralar...
neyse!
o kadar kendimden uzağım ki...
bir şarkı dinliyorum, benden uzak, bulamıyorum içinde hiçbir şey kendimden...
bir şiir yazıyorum, tamamen bensiz...
bir önceki günü ben yaşamıyorum, bir sonraki günü ben yaşamayacağım...
soğuk duşlar alıyorum sabahları, uyanamıyorum!
rüya göremiyorum diyorum ama her şey rüya gibi bu aralar...
neyse!
28 Temmuz 2010 Çarşamba
hafiften...
bir anda susarsa etrafındaki bütün sesler, yorulduğunu anlayabilirsin hemen.
hafiften bir müzik istersin o zaman, sonrasında sessizce bir konuşmaya başlarsın kendinle...
hafiften huzur anı yaşamaya başlıyorsun işte...
yaşa!
hafiften bir müzik istersin o zaman, sonrasında sessizce bir konuşmaya başlarsın kendinle...
hafiften huzur anı yaşamaya başlıyorsun işte...
yaşa!
26 Temmuz 2010 Pazartesi
26'sı sabahı...
Sabahın bir ortasında, gündüzlerin hesabını tutaraktan çiziyorum resmi…
Belki de matemetiğin kareköküyle ilgili bir deney yapıp, sonrasında psikomotor yetilerimle bir makale yazacağım, resmeder gibi…
Kısacık ezgileri, paragraflar gibi birleştirdiğim zamanlarda, uzunca bir roman yazabilir hale gelebiliyorum, bir yazarın akıl almaz intihar suretinde…
Silgisini almış ve çizdiğine rötuşlar yapan bir ressam ile, yazdığı yazıyı karalayan bir şairin arasındaki bir silgi boyu kadar mesafenin uzuncana ayrılıklar yaşadığına şahit olmuşluğum var. Bir de benim dışımda kalan bir romancı anlatısıyla birlikte…
2 ile iki arasındaki milyonlarca farktan birini çizebilen ressam ile yazabilen şair, hatta ve hatta fotoğraflayabilen fotoğraflayabilen fotoğraf sanatçısı o anı milyon kere farklı yaşayabiliyorsa, anlamsız gelmesi nedendir ki? Bütün duyu organları tek kişiye ait olsa bile, yaşattıkları aynı olmayabilir gayette…
Günaydın yeni gün diyeyim en iyisi. 26’sı, sıcak, yıl ortasından bir ayın günü…
Belki de matemetiğin kareköküyle ilgili bir deney yapıp, sonrasında psikomotor yetilerimle bir makale yazacağım, resmeder gibi…
Kısacık ezgileri, paragraflar gibi birleştirdiğim zamanlarda, uzunca bir roman yazabilir hale gelebiliyorum, bir yazarın akıl almaz intihar suretinde…
Silgisini almış ve çizdiğine rötuşlar yapan bir ressam ile, yazdığı yazıyı karalayan bir şairin arasındaki bir silgi boyu kadar mesafenin uzuncana ayrılıklar yaşadığına şahit olmuşluğum var. Bir de benim dışımda kalan bir romancı anlatısıyla birlikte…
2 ile iki arasındaki milyonlarca farktan birini çizebilen ressam ile yazabilen şair, hatta ve hatta fotoğraflayabilen fotoğraflayabilen fotoğraf sanatçısı o anı milyon kere farklı yaşayabiliyorsa, anlamsız gelmesi nedendir ki? Bütün duyu organları tek kişiye ait olsa bile, yaşattıkları aynı olmayabilir gayette…
Günaydın yeni gün diyeyim en iyisi. 26’sı, sıcak, yıl ortasından bir ayın günü…
25 Temmuz 2010 Pazar
re-turn...
geri dönmek gerekir bazen... eskiden yaptığın her şeyi bir anda özleyebilirsin gayet... özlersen geri dönmek istersin, geri dönebilme ihtimaline bakarsın, ihtimal yüksek olsa bile dönmezsin bazen... dönersen sıkılırsın, geri dönüşten de geri dönersin...
yeniden olması güzeldir ama... yeniden yaşanması...
yeniden olması güzeldir ama... yeniden yaşanması...
22 Temmuz 2010 Perşembe
içinden geldiği gibi...
nerede olursan ol...
içinden geldiği gibi ise her anın, işte o sensin!
nereye gidersen git...
gittiğin yeri seviyorsan, sen gidiyorsun!
kimi seversen sev...
sevdiğin kişiye dürüst değilsin, kendini de sevmiyorsun!
ama bil ki, her durumda bir boşluktasın...
içinden geldiği gibi ise her anın, işte o sensin!
nereye gidersen git...
gittiğin yeri seviyorsan, sen gidiyorsun!
kimi seversen sev...
sevdiğin kişiye dürüst değilsin, kendini de sevmiyorsun!
ama bil ki, her durumda bir boşluktasın...
18 Temmuz 2010 Pazar
"Evimiz Yıkıldı Mı Anne?"

Hiç de uzak değil, hatta tam da dibimizde: Sulukule...
Bir sürü hikaye, bir sürü sancı dolu masal var Sulukule'de... Bunların hepsinin çocuklar üzerinden dinlenmesi apayrı...
Tek bir hikaye yeter aslında Sulukule'yi yaşamaya...
" Kentsel dönüşüm dediğimiz kısa bir süre içinde yapılır. Ama Sulukule'de bahsettikleri kentsel dönüşüm beş yıl sürdü travmalarıyla... "
Düşündüm bir an yirmi yaşındayım ve yaşadığım bütün zamanların dörtte birinden bahsediyorduk...
Sonra devam etti...
" Çocuklar her gün okula giderken döndüklerinde evlerini bulamama korkusunu yaşadılar. "
Çarpıcıydı!
Sulukule'deki hayat sokağa taşmışken, evlerinin olmamasının aslında sokağa taşan kültür-sanatın da sokaktan uzaklaşacağı anlamına gelmiyor muydu?
Ahhh Sulukule, çok derindesin... Dinlemeye çalışmak gerek, gelip seninle yaşamak gerek!
12 Temmuz 2010 Pazartesi
Bir Düğün Gecesi…
2 gün 3 şehirlik zor bir yolculuktan sonra geldiğim düğün gecesinden ilginç anekdotlarım var.
Düğüne varmadan önce hiç uzun pantolonumun olmadığını fark ettim. Yine sosyal baskı hissettim üzerimde ve 3 farklı şehirden donattım kendimi düğüne göre; üstelik sakalımı da kestim belki adetten olmasını olumlu algıladım diye. Saçlarıma dokunmadım ama, kabarık, kıvırcık ve karışık…
Vardığımda düğün alanına, gözlerin saçlarımı çok kötü yargıladığını hissettim bir önyargı yaratarak zihnimde. Umursamadım hiçbir dakika…
Düğünde yemek yenir, halaylar çekilir, göbekler atılır; genç kadınlar kınayı hazırlar, genç erkekler bir köşede bulabilirlerse alkol alırlar ama mutlaka gözden uzak dilden ırak…
Böyle roller belirlenmiş bir düğünün sünnet düğünü olması düzenin hiç bozulmayacağı anlamına gelir. Ama demek ki orada yaşamayıp, bir süre sonra sadece “bakmak” için gittiğinde çok şaşırabiliyorsun.
- Mesela sinirlerimi bozan insanların eğlenirken silahların sıkılması. On kişi kadar “silahşör” buldukları her fırsatta patlattılar “ pat pat pat ” diye. Üstelik neden düğün sahiplerinin kafasının yanında veya en sevdiklerinden birinin dibinde… Benim canımı çok sıktı her seferinde silah sıkanların aldığı zevki anlamaya çalıştım, ama gerçekten algılayamadım.
- 17. Gün de diğer 16 gün gibi alkol almama engel bir şey bulamadım diyebilir miyim bilmiyorum… Doğan marka arabaya doluşmuş beş genç, şehrin dışında bir yerden siyah torba ile alkollerini alırlar ve içmek için etraflarında birilerinin olmamasına dikkat ederler, bir de akıllarından biranın ağızlarına bıraktığı kokunun algılanıp algılanmayacağı kalır…
- Kınayı kadınlar yakar, erkekler bakar. Bir erkeğin elinde mumlarla kına sepetiyle kına yakılacak kişiler etrafında dolaşma isteği tabi ki bastırılır.
- Halayda çok içen bir genç meydana çok çıkıp, halaya geri dönebilir. Bundan doğal ne var ki? Ama kendini ortalığın üstü sanan biri, halay biter bitmez genci tutar kolundan bir sürü laf etmeye başlar… Kavgaya ramak kalmışken, birileri girer araya. Ama iki genç de fırsat kollamaktadır birbirlerinin ümüklerini sıkmak için.
Düğüne bir de kısa şortlu bir grup gelir, hatta halay çekerse; etraftakilere eğlence çıkar. Dedikodu malzemeleri toplayanlar bir sonraki buluşmayı bekler…
Ve sevgi ile birilerine bakanlar… Her düğünde mutlaka olur, hele bu taraflarda: “ düğünde tanışmak ” modadır. Ben de gördüm birini, çok küçüktüm o zamanlar 11 – 12 yaşında. Flört ediyorduk o zamanlar aklımız sıra. Aynı odada uyurken telefonlarla mesajlar iletiyor, küsüyor, kıskanıyor, sinemalara gidiyorduk. Masa altlarından el ele tutuşmalar da cabası. O zamanların tombiş kızı, şimdilerde ince belli, uzun boylu, ay yüzlü bir kadına dönmüş. Şaşırabileceğimi düşünmesem de afallamıştım. Güzel güzel baktım. Ama baktığım ona bir kadın olarak bakmaktan çok, o eski zamanı yad etmekti çok net bir şekilde.
Gecenin bir yarısında Tanrıların Tahtına da gitmek vardı programda, ama gidilecek ekibe alışamadım sanırım. Sabahın ilk ışıklarında bir başka şehirde olacağımı düşününce de tamamen vazgeçtim güneşin ilk anını yakalamaktan.
Gecenin üçünde bunları yazdım, Pit Palas’ına başladım ve uyuyorum sanırım…
Düğüne varmadan önce hiç uzun pantolonumun olmadığını fark ettim. Yine sosyal baskı hissettim üzerimde ve 3 farklı şehirden donattım kendimi düğüne göre; üstelik sakalımı da kestim belki adetten olmasını olumlu algıladım diye. Saçlarıma dokunmadım ama, kabarık, kıvırcık ve karışık…
Vardığımda düğün alanına, gözlerin saçlarımı çok kötü yargıladığını hissettim bir önyargı yaratarak zihnimde. Umursamadım hiçbir dakika…
Düğünde yemek yenir, halaylar çekilir, göbekler atılır; genç kadınlar kınayı hazırlar, genç erkekler bir köşede bulabilirlerse alkol alırlar ama mutlaka gözden uzak dilden ırak…
Böyle roller belirlenmiş bir düğünün sünnet düğünü olması düzenin hiç bozulmayacağı anlamına gelir. Ama demek ki orada yaşamayıp, bir süre sonra sadece “bakmak” için gittiğinde çok şaşırabiliyorsun.
- Mesela sinirlerimi bozan insanların eğlenirken silahların sıkılması. On kişi kadar “silahşör” buldukları her fırsatta patlattılar “ pat pat pat ” diye. Üstelik neden düğün sahiplerinin kafasının yanında veya en sevdiklerinden birinin dibinde… Benim canımı çok sıktı her seferinde silah sıkanların aldığı zevki anlamaya çalıştım, ama gerçekten algılayamadım.
- 17. Gün de diğer 16 gün gibi alkol almama engel bir şey bulamadım diyebilir miyim bilmiyorum… Doğan marka arabaya doluşmuş beş genç, şehrin dışında bir yerden siyah torba ile alkollerini alırlar ve içmek için etraflarında birilerinin olmamasına dikkat ederler, bir de akıllarından biranın ağızlarına bıraktığı kokunun algılanıp algılanmayacağı kalır…
- Kınayı kadınlar yakar, erkekler bakar. Bir erkeğin elinde mumlarla kına sepetiyle kına yakılacak kişiler etrafında dolaşma isteği tabi ki bastırılır.
- Halayda çok içen bir genç meydana çok çıkıp, halaya geri dönebilir. Bundan doğal ne var ki? Ama kendini ortalığın üstü sanan biri, halay biter bitmez genci tutar kolundan bir sürü laf etmeye başlar… Kavgaya ramak kalmışken, birileri girer araya. Ama iki genç de fırsat kollamaktadır birbirlerinin ümüklerini sıkmak için.
Düğüne bir de kısa şortlu bir grup gelir, hatta halay çekerse; etraftakilere eğlence çıkar. Dedikodu malzemeleri toplayanlar bir sonraki buluşmayı bekler…
Ve sevgi ile birilerine bakanlar… Her düğünde mutlaka olur, hele bu taraflarda: “ düğünde tanışmak ” modadır. Ben de gördüm birini, çok küçüktüm o zamanlar 11 – 12 yaşında. Flört ediyorduk o zamanlar aklımız sıra. Aynı odada uyurken telefonlarla mesajlar iletiyor, küsüyor, kıskanıyor, sinemalara gidiyorduk. Masa altlarından el ele tutuşmalar da cabası. O zamanların tombiş kızı, şimdilerde ince belli, uzun boylu, ay yüzlü bir kadına dönmüş. Şaşırabileceğimi düşünmesem de afallamıştım. Güzel güzel baktım. Ama baktığım ona bir kadın olarak bakmaktan çok, o eski zamanı yad etmekti çok net bir şekilde.
Gecenin bir yarısında Tanrıların Tahtına da gitmek vardı programda, ama gidilecek ekibe alışamadım sanırım. Sabahın ilk ışıklarında bir başka şehirde olacağımı düşününce de tamamen vazgeçtim güneşin ilk anını yakalamaktan.
Gecenin üçünde bunları yazdım, Pit Palas’ına başladım ve uyuyorum sanırım…
9 Temmuz 2010 Cuma
denizin ortasında savaşa(!) karşı bedava küfür eden adam...
Üsküdar'dan Eminönü'ne feribotla giderken feribotun en üst katında telefonda küfürler yağdıran bir adamın sözlerine şahit oldum.
Diyor ki; şerefsizler yıktılar, yaktılar her yanı. Kötülük yapınca ellerine ne geçiyor? İnsanların canını yakınca ne boka yarıyor? Allah'ın verdiği canı kim alabilir ki? Kardeşlik içinde yaşamak varken nedir bu savaş?
Sonra birden bir kaç saniye önce söylediklerini unutmuş olacak ki, hiddetlenerek devam etti:
Elime silah verseler, tek başıma cihat ederim! Seferberlik çıksa hiç arkama bakmadan giderim.
Sonra birilerinin analarına, avratlarına, bacılarına, dedelerine, 77 sülalelerine, ecdatlarına, evlatlarına küfürler saydırdı ve "saat 5 olmak üzere bedava sürem bitiyor, kapatmam lazım" dedi ve kapattı telefonu.
Güle güle gitti! Günün 5'e çeyrek kalasında bedavadan ana avrat küfür etti barış diyerek adına, kendi savaşına!
Diyor ki; şerefsizler yıktılar, yaktılar her yanı. Kötülük yapınca ellerine ne geçiyor? İnsanların canını yakınca ne boka yarıyor? Allah'ın verdiği canı kim alabilir ki? Kardeşlik içinde yaşamak varken nedir bu savaş?
Sonra birden bir kaç saniye önce söylediklerini unutmuş olacak ki, hiddetlenerek devam etti:
Elime silah verseler, tek başıma cihat ederim! Seferberlik çıksa hiç arkama bakmadan giderim.
Sonra birilerinin analarına, avratlarına, bacılarına, dedelerine, 77 sülalelerine, ecdatlarına, evlatlarına küfürler saydırdı ve "saat 5 olmak üzere bedava sürem bitiyor, kapatmam lazım" dedi ve kapattı telefonu.
Güle güle gitti! Günün 5'e çeyrek kalasında bedavadan ana avrat küfür etti barış diyerek adına, kendi savaşına!
Kaydol:
Yorumlar (Atom)