31 Aralık 2010 Cuma

2011>2010

bir yıl bitiyor işte bak..

kırılganlıklar, yorgunluklar, umutlar, barışa giden yolda yürümeye devam etmek, sevmek de sevmek...

her yıl başlarken babam, annem, kuzenim, eniştem, sevdiklerim... sağlık istiyor, huzur istiyor, mutluluk istiyor, para istiyor yeni yıldan...

bense sadece sevmek istiyorum! sevgi versin bana yeni yıl, sevdiğim insanla bana sadece sevgi versin... sevgi öyle bir şey ki hem hoşgörü demek, hem bağlılık hem de merhamet etmek insanlara, doğaya, hayata!

sevdiğim ruh hep benimle olsun, dokundukça yaksın beni... ben her an yeni yeni yıllara gireyim. yılda bir defa yaşamayayım bu anı, her anım yeni yıl heyecanı gibi olsun!

seveyim, seveyim, ama gerçekten seveyim!

yepyeni bir yıl değil, yepyeni bir yüzyıl yaşayayım önümdeki on iki ayda!

sevgiyle, barışa!

25 Kasım 2010 Perşembe

İstanbul'da insanlar yüzünü denize döner...

Bu denize ne zaman yüzümü dönsem beni hep ayakta karşılıyor. Buyur ediyor yanına… dinliyor beni sonuna kadar, cevap da veriyor bazen, ben susuyorum!

Ne kadar soğuk olsa da hava, o sana hep sıcak davranıyor, sana senden daha yakın olabiliyor. İhtiyacın olduğunda ister Karadeniz olsun, ister Marmara tutuyor ellerinden götürüyor seni Ege sahillerine… Akdenizin tuzlu suları tatlı oluveriyor. Karadeniz beyaz oluyor, Marmara temiz…

Yağmur damlaları sanki düşmüyorlar denize, deniz de giyiyor yağmurluğunu… Deniz hepimizden çok seviyor yağmuru, ama o da hasta etmesinden korkuyor!
Bazen düşünüyorum denizleri çok sevsek de, denizler derya değil… Her yerde yok denizler…

Can ciğer bir arkadaşım bir şairin iki dizesinden bahsetti bana… diyor ki şair: “İstanbul’da insanlar yüzlerini denize dönerler, denizle konuşurlar… Ama Ankara’da bu böyle değildir. Ankara’da deniz olmadığı için, insanlar yüzlerini birbirlerine dönerler… “ Çok da doğru söylüyor… Deniz o kadar canlı ki o kadar “can” ki, bazen insanları unutturabiliyor bize. Bu bazen iyi olsa da, çoğu zaman bizi kapatan bir anahtar.

Deniz hoşsun, güzelsin… Ama benden çoğu zaman gidersin… İnsanlar hep bir yerde, yüzüme dönüp mutlaka bakarlar… Hayduta benzettikleri için olsa da bakarlar… Bunu kaybetmek, kendini kaybetmek gibi…

O yüzden deniz, motorun durduğu gibi dur yanıbaşımda ama bastırma beni kendinle…

17.16 / 25 Kasım Üsküdar – Kabataş Vapur

10 Kasım 2010 Çarşamba

son nokta..

hiçbir zaman bu kadar sorumsuzluk ettiğimi hatırlamıyorum...

sıfır gidiyorum, sorgulamıyorum...

bakalım ne olacak, ama biliyorum her şey çok daha kötü olacak!

9 Kasım 2010 Salı

bir sokak tiyatrosu...

bugün bir sokak tiyatrosunda oynuyormuş gibi hissettim kendimi...

yalnız adamı oynadım. senaryo benimdi, yapımcı ben!

bir o sahnede, bir bu sahnede gösterdim kendimi boy boy!

fonda hikayemi anlatan boğuk bir ses, bana gizem katmıyor ki!

eğitim de almadan öncesinden, sahneye nasıl girdiğimi-nasıl çıktığımı da sorgulamadım!

olduğum gibi oynadım!

sonra bir baktım ki, aslında oynamıyorum, oluyorum! ben oldukça o bir yol oluyor ve ben yalnızlığı betimliyorum...

bir metnim olsa, belki de...

oyun olmasın da...

6 Kasım 2010 Cumartesi

ekmek, şarap, sen ve ben...

bir de sabahın dördü...

ne çok denk geliyoruz değil mi ekmek? değil mi şarap? değil mi sabahın dördü?

ne çok kilitli kalıyorum sizde... ne çok!

genelde yollar tamamlıyor devamını...

bir taksi çağırmalı...
bırakmalı şarabı,
almalı yanına sabahın dördünü,
çıkmalı yola!
sabah ekmeği, şarabın üzerine yemeli...

bunların hepsini ben yapıyorum, yazmaya başladığımdam beri bakıyorum da sen sadece başlıkta duruyorsun...

yoksun! hiç olmayacaksın belki de...

26 Ekim 2010 Salı

kişileri yazmak isteği...

bugün metroda karşımda oturan kadınla ilgili gözlemlerimi yazdım...

belki de yazdıklarım o kadına ait değildi hiçbir şekilde...

kişilere hikayeler yüklüyorum belki da, ama bunu işkembeden değil daha çok gözlemlerim üzerimden yapıyorum...

gözlem yapmayı seviyorum ve bunları da hikayelere dökmeye başladım...

belki keyif verir okumak!

http://goz-leme.blogspot.com/

24 Ekim 2010 Pazar

bunu nasıl açıklar ki bir insan...

düşüncelere dalıyorum ben hep böyle başkaları adına!

diyorum ki: ulan bunu nasıl açıklayabilir ki bir insan?

sonra bakıyorum: o insan açıklama gereği bile duymuyor ki, kapıyı çekip çıkabiliyor.

demek ki başka türlü bir şeyler dönüyor, anlamıyorum...

benim değer dediğim yanımın son kullanma tarihi geçmiş, insan insan diye dolananlar da saçma bulmaya başlamış dediklerini...

kimse kimseyi sallamaz olmuş, acımasızlık değil adları ama bambaşka bir şey olmuşlar...

yalan bolmuş, ihanet bol...

aldatmaksa, gerçekten sevip, diğerini ayrı bir yere koymak olmuş!

21 Ekim 2010 Perşembe

eksik bir şey mi var hayatımda?

Bu şarkıyı çok söylüyorum bugünlerde, ama az dinliyorum...

Ama soruyorum kendime hep: " Eksik bi'şey mi var hayatımda?!"

Kafamı karıştıran bir şeyler var, bunlar fazlalık mesela.

Eee, bir de eksiklik var! Onun ne olduğunu bilmiyorum ve o şeyi/kişiyi bulmak istiyorum! Eksikliği tamamlamak ve artık son noktayı koymak istiyorum huzursuzluğuma...

Belki çok erken, daha o eksikliği yaşayacağım zaman vardır... Belki de o eksiklik hiçbir zaman anlamlandıramayacağım bir şeydir, ne dersin?

Mevlana geliyor aklıma hep bunu düşünürken, o eksik bir şeyini tanımladı ve adına Şems dedi. O zaman Mevlana oldu.

Hamit Levent olmak için benimde ihtiyacım var mı o eksiği tamamlamaya?

Düşünüyorum, öyleyse...

8 Ekim 2010 Cuma

veda etmek iki seneye...

Dolu dolu iki yıl geçirdiğim, başka bir deyişle hayatımın %10'da biri ama en anlamlı %10'unu geçirdiğim şehrin otogarı beni bu sefer veda edecek bir adam olarak karşıladı...

Sanki ben gitmeye niyetlendikten sonra burası da durulmuş, sevgilisini kayben kadın gibi...

Sanki artık buranın güneşi ısıtmaz olmuş...

Ne kadar sevmesem de, canımı hep yaktın... Canımın yanması seni anlamlı kılıyor ey şehir!

Biliyorum bir gün yine bir şekilde karşılaşacağız... Sendeki güzel insanları kirletme, kirlenmelerine izin verme...

Bir gün yeniden karşılaşırsak...

Cümleler bitmemeli seninle!

26 Eylül 2010 Pazar

bir evim olsun...

günlerdir kilometrelerce yol yürüdüm...

küçük, bana ait bir evim olsun diye...

istediğim zaman gireyim, istediğim köşesinde uyuyayım...

bana ait bir evim olsun.

çok istiyorum bunu...

olsun...

5 Eylül 2010 Pazar

özgürlük'te sınırlanmak...

Çok uzağım sana… metrelerce uzak… kilometrelerce ayrı…

Göğün bir yerinde, seni izlemek isterdim… ama ruhum bedenimden çıkmadığından sadece senin nefes aldığın, senin dokunduğun tabiatı, doğayı, dağları-taşları izleyebiliyorum…

Koskoca şehirler buradan küçücük bir harita ölçeği kadar…

Geniş havzalar, yüksek dağlar… buradan hepsi aynı…

Gökyüzünde bulutlar yok, ne ilginç! Demek ben buralarda yaşasam sürekli, yağmur yağmayacak… demek ben burada yaşasam; hayat hiç kendini temizleyemeyecek…

Kafamı pencereden dışarı çıkaramıyorum burada, kuşlar uçuşmuyor dört bir yanımda…
Koşamıyor, oynayamıyor çocuklar… Ben yudumlayamıyorum biramı! Ve güvensiz hissediyorum kendimi, deprem oluyormuşcasına her anım…

Sakin bir müzik açtım kendim için şimdi: Dances with Wolves… biraz olsun yatıştırdı ruhumu… gözlerimi hafif hafif kapatmamı sağladı…

Bu kadar karamsarlığın arasında çok mutlu eden bir renk var: Mavi… Mavi benim özgürlüğümün sembolü… hayatımın her anının mavi olması, daha çok özgürleştirecekmiş gibi beni… kafamı gökyüzüne çevirmeme de gerek yok buradan, pencereden dışarı bir bakıyorum ki her yer mavi… hem de özgürlüğün zor olduğunu sembolleyen koyu mavi de değil, apaçık! İncecik bir ton…

Ahh ne kadar uzak olsa da bana, buralara ara sıra kabinsiz gelmek isterim… tatile çıkmak istediğimde, seçeneklerim arasında burası da olsun…

29 Ağustos 2010 Pazar

ruhum-?

soru işaretleriyle dolu bir ruha cevap hazırlığında zihnim...

cevaplandırılmamış her soru, biraz daha uzaklaştırmakta beni benden...

doğru bir cevap aramaktansa, kendime gerçekleri aramanın ne denli doğru olduğunu her gün düşünmekteyim...

ruhumun bedenimden daha ağır olması da bu yüzden sanırım...

"?"lar olmasın artık benim için, hadi, olmasın!

27 Ağustos 2010 Cuma

sıcak - rüzgar - dışarı...

Sıcağın etkisine boyun eğmez bizimkiler…

Baktılar ki çok sıcak, hemen dışarılara atarlar kendilerini… Bahçeye, dama, balkona…

Ben de dün akşam bizimkilerle kendimi balkona attım. Gecenin bir yarısı şehir merkezinin dışında, ormanlık alana bakan dumanlı bir yerde…

İçerinin sıcaklığından yedi adım atarak kurtulacağımı tahmin edemiyordum, aradan geçen iki yıldan dolayı. Birden rüzgarlar vücudumun dört bir yanını sardı, beni bu hayattan alıp uykum ile birlikte dünyanın veya evrenin en güzel, en serin, en umutlu yerlerinden birine götürdü.

Gecenin teneffüslerinde uyandım. Şöyle bir etrafıma baktım, sonra yeniden beni götürdükleri umutlu yere doğru yol aldım.

Sabahında gözlerimi açıp, huzurlu bir güne başladığımı hissetmenin keyfini yaşadım…
Dışarılara çıkmak gerekiyor, sıcaktan bunaldığında veya içine bir sıcaklık düştüğünde…

Ve kendinin yedi adım uzağına düştüğünde, çıkmak gerekiyor, dışarı…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

gününe güneş doğmuş, ay aydınlık olmuş...

günüme bir güneş doğacak, ay artık aydınlık olacak...

ayın kaybolmadığı bir günde, güneş hep tepede olacak... yakmayacak, kavurmayacak!

aşk beni yakacak, mutlulukla kavrulacağım...

tarih artık olmayacak, zamanı bilmediğimden saatim de olacak...

hayatımda ilk defa koluma saat, yüreğime kandil takacağım...

umarım bir gün gelecek, o gün hemen olacak!

vavien...

iki ucu boklu değnek...

pervane...

döner durur...
amacı vardır, döner durur...

çoğu zaman mekaniğimizi bozma pahasına dönüp duruyoruz... uykusuz kalıyoruz, aç kalıyoruz, dengesiz yaşıyoruz; içiyoruz-sıçıyoruz...

bazen pervane oluyorum, ah-u zar olmak için ateşte;
bazen vantilatör...

bazen güneş olup kendimi yakıyorum, bazen soba olup zehirliyorum...

döner durur; sıcak soğuk....

gider erkenden zaman!

ama bilir ki, erken diye bir şey yoktur!

24 Ağustos 2010 Salı

yeni bir başlangıç...

yepyeni bir başlangıç yoktur aslında hayatta... yepyeni olmamasının nedeni de aslında o "yeni"nin bir sonuçtan dolayı meydana geldiğidir... "yeni" bazıları için iyi, bazı için kötü, bazıları için ise uzakta bir yerlerdedir...

başlamak da öyledir. yeni bir şeydir hayata giren, koşucu için başlatılan kronometredir başlangıç...

o zaman kronometre İstanbul için başlatılsın...

ben de başladım artık "yeni"ye... aslında "eski"nin devamına, Marmara'ya...

hayatımdaki en radikal üç kararımdan birisidir sanırım. ama her şey güzel olacak... hayallerim var, hedef dediğim...

biraz ürkeğim, ama güçlüyüm...

Merhaba Marmara, Merhaba İstanbul ve Hoşçakal Antalya, Hoşçakal Akdeniz...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

boz/ca/ada

boz bir hikaye değil bu...

apak, bembeyaz...

bozca'lı bir adada bembeyaz bir hikaye...

bozcaada'da şaraplı, denizli, kankslı...

iyi ki gittik...

bir daha gitmek gerek! yanımda olursun değil mi, perili köşkün perisi...

30 Temmuz 2010 Cuma

pencereden yansıyanlar...

pencereden gözetlersiniz değil mi insanları?

gözlemlerinizi paylaşmaya ne dersiniz?

hepbirlikte bir blog yazalım mı bununla ilgili?

benimle birlikte bu bloga yazmak isteyenler hlevci@gmail.com adresine bir mail atarlarsa blogda birlikte yazarız.

güzel olur gibi...

http://penceredenyansiyanlar.blogspot.com/

29 Temmuz 2010 Perşembe

sıkkınım ki!

bu aralar canım o kadar sıkılıyor ki...

o kadar kendimden uzağım ki...

bir şarkı dinliyorum, benden uzak, bulamıyorum içinde hiçbir şey kendimden...

bir şiir yazıyorum, tamamen bensiz...

bir önceki günü ben yaşamıyorum, bir sonraki günü ben yaşamayacağım...

soğuk duşlar alıyorum sabahları, uyanamıyorum!

rüya göremiyorum diyorum ama her şey rüya gibi bu aralar...

neyse!

28 Temmuz 2010 Çarşamba

hafiften...

bir anda susarsa etrafındaki bütün sesler, yorulduğunu anlayabilirsin hemen.

hafiften bir müzik istersin o zaman, sonrasında sessizce bir konuşmaya başlarsın kendinle...

hafiften huzur anı yaşamaya başlıyorsun işte...

yaşa!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

26'sı sabahı...

Sabahın bir ortasında, gündüzlerin hesabını tutaraktan çiziyorum resmi…
Belki de matemetiğin kareköküyle ilgili bir deney yapıp, sonrasında psikomotor yetilerimle bir makale yazacağım, resmeder gibi…

Kısacık ezgileri, paragraflar gibi birleştirdiğim zamanlarda, uzunca bir roman yazabilir hale gelebiliyorum, bir yazarın akıl almaz intihar suretinde…

Silgisini almış ve çizdiğine rötuşlar yapan bir ressam ile, yazdığı yazıyı karalayan bir şairin arasındaki bir silgi boyu kadar mesafenin uzuncana ayrılıklar yaşadığına şahit olmuşluğum var. Bir de benim dışımda kalan bir romancı anlatısıyla birlikte…

2 ile iki arasındaki milyonlarca farktan birini çizebilen ressam ile yazabilen şair, hatta ve hatta fotoğraflayabilen fotoğraflayabilen fotoğraf sanatçısı o anı milyon kere farklı yaşayabiliyorsa, anlamsız gelmesi nedendir ki? Bütün duyu organları tek kişiye ait olsa bile, yaşattıkları aynı olmayabilir gayette…

Günaydın yeni gün diyeyim en iyisi. 26’sı, sıcak, yıl ortasından bir ayın günü…

25 Temmuz 2010 Pazar

re-turn...

geri dönmek gerekir bazen... eskiden yaptığın her şeyi bir anda özleyebilirsin gayet... özlersen geri dönmek istersin, geri dönebilme ihtimaline bakarsın, ihtimal yüksek olsa bile dönmezsin bazen... dönersen sıkılırsın, geri dönüşten de geri dönersin...

yeniden olması güzeldir ama... yeniden yaşanması...

22 Temmuz 2010 Perşembe

içinden geldiği gibi...

nerede olursan ol...

içinden geldiği gibi ise her anın, işte o sensin!

nereye gidersen git...

gittiğin yeri seviyorsan, sen gidiyorsun!

kimi seversen sev...

sevdiğin kişiye dürüst değilsin, kendini de sevmiyorsun!

ama bil ki, her durumda bir boşluktasın...

18 Temmuz 2010 Pazar

"Evimiz Yıkıldı Mı Anne?"


Hiç de uzak değil, hatta tam da dibimizde: Sulukule...

Bir sürü hikaye, bir sürü sancı dolu masal var Sulukule'de... Bunların hepsinin çocuklar üzerinden dinlenmesi apayrı...

Tek bir hikaye yeter aslında Sulukule'yi yaşamaya...

" Kentsel dönüşüm dediğimiz kısa bir süre içinde yapılır. Ama Sulukule'de bahsettikleri kentsel dönüşüm beş yıl sürdü travmalarıyla... "

Düşündüm bir an yirmi yaşındayım ve yaşadığım bütün zamanların dörtte birinden bahsediyorduk...

Sonra devam etti...

" Çocuklar her gün okula giderken döndüklerinde evlerini bulamama korkusunu yaşadılar. "

Çarpıcıydı!

Sulukule'deki hayat sokağa taşmışken, evlerinin olmamasının aslında sokağa taşan kültür-sanatın da sokaktan uzaklaşacağı anlamına gelmiyor muydu?

Ahhh Sulukule, çok derindesin... Dinlemeye çalışmak gerek, gelip seninle yaşamak gerek!

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Düğün Gecesi…

2 gün 3 şehirlik zor bir yolculuktan sonra geldiğim düğün gecesinden ilginç anekdotlarım var.

Düğüne varmadan önce hiç uzun pantolonumun olmadığını fark ettim. Yine sosyal baskı hissettim üzerimde ve 3 farklı şehirden donattım kendimi düğüne göre; üstelik sakalımı da kestim belki adetten olmasını olumlu algıladım diye. Saçlarıma dokunmadım ama, kabarık, kıvırcık ve karışık…

Vardığımda düğün alanına, gözlerin saçlarımı çok kötü yargıladığını hissettim bir önyargı yaratarak zihnimde. Umursamadım hiçbir dakika…

Düğünde yemek yenir, halaylar çekilir, göbekler atılır; genç kadınlar kınayı hazırlar, genç erkekler bir köşede bulabilirlerse alkol alırlar ama mutlaka gözden uzak dilden ırak…

Böyle roller belirlenmiş bir düğünün sünnet düğünü olması düzenin hiç bozulmayacağı anlamına gelir. Ama demek ki orada yaşamayıp, bir süre sonra sadece “bakmak” için gittiğinde çok şaşırabiliyorsun.

- Mesela sinirlerimi bozan insanların eğlenirken silahların sıkılması. On kişi kadar “silahşör” buldukları her fırsatta patlattılar “ pat pat pat ” diye. Üstelik neden düğün sahiplerinin kafasının yanında veya en sevdiklerinden birinin dibinde… Benim canımı çok sıktı her seferinde silah sıkanların aldığı zevki anlamaya çalıştım, ama gerçekten algılayamadım.

- 17. Gün de diğer 16 gün gibi alkol almama engel bir şey bulamadım diyebilir miyim bilmiyorum… Doğan marka arabaya doluşmuş beş genç, şehrin dışında bir yerden siyah torba ile alkollerini alırlar ve içmek için etraflarında birilerinin olmamasına dikkat ederler, bir de akıllarından biranın ağızlarına bıraktığı kokunun algılanıp algılanmayacağı kalır…

- Kınayı kadınlar yakar, erkekler bakar. Bir erkeğin elinde mumlarla kına sepetiyle kına yakılacak kişiler etrafında dolaşma isteği tabi ki bastırılır.

- Halayda çok içen bir genç meydana çok çıkıp, halaya geri dönebilir. Bundan doğal ne var ki? Ama kendini ortalığın üstü sanan biri, halay biter bitmez genci tutar kolundan bir sürü laf etmeye başlar… Kavgaya ramak kalmışken, birileri girer araya. Ama iki genç de fırsat kollamaktadır birbirlerinin ümüklerini sıkmak için.

Düğüne bir de kısa şortlu bir grup gelir, hatta halay çekerse; etraftakilere eğlence çıkar. Dedikodu malzemeleri toplayanlar bir sonraki buluşmayı bekler…

Ve sevgi ile birilerine bakanlar… Her düğünde mutlaka olur, hele bu taraflarda: “ düğünde tanışmak ” modadır. Ben de gördüm birini, çok küçüktüm o zamanlar 11 – 12 yaşında. Flört ediyorduk o zamanlar aklımız sıra. Aynı odada uyurken telefonlarla mesajlar iletiyor, küsüyor, kıskanıyor, sinemalara gidiyorduk. Masa altlarından el ele tutuşmalar da cabası. O zamanların tombiş kızı, şimdilerde ince belli, uzun boylu, ay yüzlü bir kadına dönmüş. Şaşırabileceğimi düşünmesem de afallamıştım. Güzel güzel baktım. Ama baktığım ona bir kadın olarak bakmaktan çok, o eski zamanı yad etmekti çok net bir şekilde.

Gecenin bir yarısında Tanrıların Tahtına da gitmek vardı programda, ama gidilecek ekibe alışamadım sanırım. Sabahın ilk ışıklarında bir başka şehirde olacağımı düşününce de tamamen vazgeçtim güneşin ilk anını yakalamaktan.

Gecenin üçünde bunları yazdım, Pit Palas’ına başladım ve uyuyorum sanırım…

9 Temmuz 2010 Cuma

denizin ortasında savaşa(!) karşı bedava küfür eden adam...

Üsküdar'dan Eminönü'ne feribotla giderken feribotun en üst katında telefonda küfürler yağdıran bir adamın sözlerine şahit oldum.

Diyor ki; şerefsizler yıktılar, yaktılar her yanı. Kötülük yapınca ellerine ne geçiyor? İnsanların canını yakınca ne boka yarıyor? Allah'ın verdiği canı kim alabilir ki? Kardeşlik içinde yaşamak varken nedir bu savaş?

Sonra birden bir kaç saniye önce söylediklerini unutmuş olacak ki, hiddetlenerek devam etti:

Elime silah verseler, tek başıma cihat ederim! Seferberlik çıksa hiç arkama bakmadan giderim.

Sonra birilerinin analarına, avratlarına, bacılarına, dedelerine, 77 sülalelerine, ecdatlarına, evlatlarına küfürler saydırdı ve "saat 5 olmak üzere bedava sürem bitiyor, kapatmam lazım" dedi ve kapattı telefonu.

Güle güle gitti! Günün 5'e çeyrek kalasında bedavadan ana avrat küfür etti barış diyerek adına, kendi savaşına!

17 Haziran 2010 Perşembe

bildiklerinden vazgeçmek...

bildiklerinden vazgeçmek, bildiklerini yargılamaya başlamak seni ne kadar sarsar, seni ne kadar yabancılaştırabilir kendine?

aslında sıkıntı yaratmaması gerekir. bizler her gün öğrenen bir öğrenci gibi hayatı okumaya devam ediyoruz. öğreniyoruz, öğrendikçe değişiyoruz, değiştikçe daha çok öğreniyoruz...

sorun varsa ortada veya aymışsak yepyeni bir olaya,
düşünür dururuz hemen, sorgulayıveririz...

sonra yepyeni doğrular buluruz kendimize, yontarız yontarız. sonra bizim olur mu, ona bakarız. Eğer bizim olmuşsa artık eski yargımıza kızarız. Kendimiz dışında bir dünya kurarız... Sonra o dünyayı da...

böyle işte. günlerce yepyeni dünyalar tanırız, kendi dünyamızı ilk anlattığımız kişi ile son anlattığımız kişi karşılaşsa günün birinde bir yerlerde, elmanın çöpü ile güneşin doğuşu arasındaki ilişkiye benzer dünyalarımız... Bir o kadar nerden yazdığımızı bilmediğimiz, bir o kadar uzak...

bu süre zarfında sen cümlenin bütün öğeleri oluverirsin. bir cümlenin öznesi iken, birden o cümlenin noktası olmak da yine senin en büyük yetene(ksizli)ğindir.

dünyaların renklerini yansıtabilirsen, o zaman dünyan da renklerin...

ha! bir de durup dururken kendinden vazgeçersin ya, işte o zaman hepten boku yemişsindir...

10 Haziran 2010 Perşembe

Düşmanımın Düşmanı Dostum Mudur?


Uluslararası sularda bir şeyler oldu geçenlerde, bir kahrolası şiddet vakası... Sularda, yani sonsuz bir özgürlüğü ifade eden mavilerde...

X hükümeti, barış filosunu vurdu. Öldürdü içindeki aktivistleri niye geldiklerini sormadan...Çünkü öldürmek X hükümetinin yapabileceği en kolay şeydi, öldürdükleri için canları hiç yanmıyordu ki...

Bizler...

Sonrasında güne savaş enstantaneleri ile uyandık... Kapattık ellerimizle yüzlerimizi... Nasıl olur böyle bir şey diye? hayıflandık... Her yerde gördük, duyduk, şahit olduk...

Sosyal medya dediğimiz ağlar aracılığla daha çok şahit olduk olanlara...

Karşı durduk, bütün yüreğimizle karşı durduk...

Ben...

Durakaldım sonra, çok yakın bir arkadaşımın profilinde gördüğüm bir paylaşımla şoktan çıkmamışken, daha büyüğünü yaşadım...

X hükümetine değil de, X yurttaşlarına ve bütün yahudilere lanet edercesine; alayının ölmesini istiyordu arkadaşım! Bırak alayınıın ölmesini istemek, zamanında alayını öldürmeye çalışan bir ırkçının, bir diktatörün iğrenç sözleriyle resimlerini paylaşıyordu... O an için "benim arkadaşım" değil dedim...

Sonra kaçmak yerine, konuşmaya karar verdim... Çok dirençli başladım konuşmaya ve ikna ettim paylaşımı kaldırması konusunda....

Sonra baktım ki, bu paylaşımlar artıyor... Zamanında bir dinin bütün üyelerini öldürmeyi misyon edinmiş, öldürmek için tek şartının o dine mensup olması olarak belirleyen bir "katil"in resimleri ile dolu profilller, canım yandı. Hatta "like it"ler hiç bu kadar yakmamıştı canımı...

Hemen bir kısa yazdım, hafızaya aldım... Bütün paylaşımların altına kopyaladım... Sorguluyordum... Kısasa kısas neden? Öldürenleri kınamak için, onları da öldüren birine sarılmak...

Nefret ettim insanlığımdan, gecenin bir yarısı aynanın karşısına geçip; küfürler savurdum... Aynı yolda birlikte yürüdüğümüz insanların bir anlık sinirlerine hakim olamamaları kadar basit değildi olay...

Mutluluklar da yaşadım... Konuşup ikna edebildiklerim, kırılan umutlarıma yeniden ışık tuttular...

Bu olayların yaşanmamasına garanti veremiyoruz bir daha... Peki, her seferinde yol arkadaşlarımın aynı şiddetle karşı duracaklarına?

Hepiniz...

Güvenmek istiyorum!
N'olur inandırın artık beni,
inandırın gerçekten haykırışlarınızın sadece durgun gölde BARIŞa olmadığına...
İnandırın beni, rüzgarlar geçit vermiyorken gemilere, dalgalar falezleri aşıyorken, nehirler en
çılgın zamanlarındayken de vaveylalarınızın BARIŞa olacağına...

28 Şubat 2010 Pazar

kısık ses...

sesim tamamen kısılmış, sanırım susmak gerek...

ne durumda olursam olayım, daima söyleyecek bir kaç lafım vardır en azından kendime dahi olsa.

ama çoğu zaman nedense bu laflarımı yöneltecek birilerini bulurdum bir yerlerde, kendimde bile olsa....

ama sesim kısıldı... kendimde duymuyorum kendimi artık...

susmak istemiyorum ama, yine de anlatıyorum nedenlerimi, sonuçlarımı...

anlatıyorum bildiklerimi ve soruyorum bilmek istediklerimi...

ama sesim kısıldı... sesin kısılması bana özgürlüğün neşesinin yok olması gibi geliyor...

özgürlük mücadelesi için sesim kısıldı...

sesim özgürleşmek için kısıldı...

kısılı kalsın birazda!

26 Şubat 2010 Cuma

Onbeş...

15...

Ailemden uzun süre ayrı kaldığımda tam da 15 yaşındaydım. İğrenç olarak nitelendirdiğim bir sektörde çalışmak için çok uzaklara gitmiştim.

Yine 15 dakika olarak ele alındığında çeyrek saat dilimi ve her zaman bana yakın gelmiştir...

15 yaşında ilk defa "gerçekten" sevdiğim dediğim bir kadın vardı hayatımda...

15 defa ağlamışımdır belki de...

15 farklı ilde yemek yemişimidir mutlaka...

15. konseyi anlatmak için 15...

Benim 3. konseyimdi 15. Gençlik Konseyi...

Tam 10 gün önce gittim Sakarya'ya... Öncesindeki toplantılar da ayın 8'ine hizmet ediyordu aslında...

Koskocaman bir heves gördüm; bir de baktım ki o hevesin bir parçası oluvermişim anında...

Bir yanımda hüzünlü ruhlar, bir yanımda yabancılaşmışlıklarım...

Bir yanımda heyecan, mutluluk; tam içimde hüzünlerim...

15 günlük bir rüya gördüm...

Bazen rüyamda bağırdım, bazen korkularımla kaldım...

Bu kadar hassas bir dönemde böylesine büyük bir organizasyonun bir parçası olmak; o konseye bir şeyler kattığıma inanmak gözlerimi acı çekmeden kapamama az da olsa olanak sağlıyor....

Nemli ve gürültülü bir bodrum katındaymışım gibi...

12 Şubat 2010 Cuma

yüz yanması...

bana bu aralar adını bile koyamadığım bir acı uğradı, benim yüz yanması dediğim...

bu aralar canım ne zaman yansa, yüzüm de yanıyor; hem de anlatılmaz bir ağrı ile... yüzüm yanınca canım daha çok yanıyor, zaten bakılası bir alan olmamasına rağmen yandıkça yanıyor...

günlerdir ne zaman aniden karışsam yüzüm yanıyor,
günlerdir ne vakit birdenbire ağlasam yüzüm yanıyor...

en başlarda gözyaşlarımdaki tuzun yüzümü yaktığını düşünsem de, sonra fark ettim ki aklımdaki karmaşa canımı yakıyor ve yüzüm acıyor...

yüzüm acıyor yalın anlamıyla, ne karmaşanın düğümü asıl sebebi, ne de çekilen acılar...

yalnızca, adı üstünde işte: yüzüm yanıyor...

11 Şubat 2010 Perşembe

basık bir oda...

gün içerisinde zaman zaman çeşitli kapalı alanlara gireriz...

bazen büyük bir salon, bazen bir cami, bazen bir sınıf...

binalar da kendileri gibi insanların ruhlarıyla hayat bulmuştur... yani bir adam basık bir oda yaparken aslında sıkıntılıdır. veya yüksek binalar yapan adam özgürlüğüne düşkündür...

Mimar Sinan dünyanın en huzurlu adamıydı sanırım. Ben onun basık bir şeyler inşa ettiğini görmedim.

ben de bir gün bir şeyler inşa etmeye niyet edersem dünyanın en geniş, en yüksek, en... binasını inşa edeceğim ki ruhum huzur bulsun...

binalara, inşaya...

10 Şubat 2010 Çarşamba

barışa yazmak...

"toplumsal barış" gibi hoş söylemsi kelimeleri kullanmak her zaman hoşumuza gitmiştir, hele ki yaşamak, en güzel anlarıdır hayatımızın...

ama geçenlerde çok fena çarpıldım.

bundan 2 ay öncesi.

ben lise yıllarındaki gibi kolaylıkla barışı yazacağımı düşünüyordum.

ama çarpıldım.

BARIŞ anlatmak kolay değil.

BARIŞ yazmak kolay değil.

BARIŞ'ı anlamak ve yaşamak; yaşantı yoluyla anlayıp öyle anlatmak gerek....

örneklerle, yaşanmışlıklarla ve umutlarla yoğurmak gerek hayalleri...

en önemlisi de inanarak...

hayallerin gerçek dışı olduğunu söylemek bize göre değil...

çünkü biz barışı çok özleyen bir halkız.

barışı istemek, barışa giden yolda her gün attığımız kocaman bir adım...

ben bazen barış ile yürüdüğümüzü hissedebiliyorum, peki ya siz?

6 Şubat 2010 Cumartesi

ses vermek.

Seslenmeler, ses vermeler ve ses çıkarmalar...

Sesler hayatımızın bir çok anında bizle birlikteler. Seslenmeler ve ses çıkarmalar çok ilgimizi çekmese de, ses vermeleri sesin albenisine göre değerlendirdiğimiz çok olur.

Bir arkadaşımız şarkı söylediğinde, sesini beğenmiyorsak çok fazla ilgilenmeyiz; ancak sesi güzelse eşlik eder, yeni şarkılar söylemesi için destekleriz.

Bir de göreceli kısmı var bunun tabi; bir şarkıyı bir kişi güzel söyler, başka biri ise apayrı bir yorumla sana göre daha güzel söyler. Alıştığın sesi de bir anda öteleştirebilirsin.

Gemi; Ezginin Günlüğü'nün dinlediğim ilk şarkılarından...

Bir kaç defa başka seslerden dinlemiş; asla Ezginin Günlüğü'nden başkası söylemesin abi bu şarkıyı demiştim...

Ama yanıldığımı Sabahat Akkiraz'ın yorumuyla anladım.

Ses vermenin anlık ruh halimizle doğrudan ilişkili olduğunu düşünmeye başladım...

...

5 Şubat 2010 Cuma

mutluluktan olanlardan bir buket yazmak...

Mutluluğu yazmak isterdim aslında... Nedeni malum olduğundan, ben de mutluluktan olanları bir buket yazayım dedim Drama Köprüsü'nde...

Nedir benim yazdığım, nedir çizdiğim, nedir Dünya âleme anlatmaya çalıştığım?

Nedir bu kötülüğü bitirmek için yaptıklarım? Hiç düşündün mü düşündüğümü ?

Bir mutluluk buketi yapıyorum... Dünyada hiç mi çiçek kalmadı, peki ya gül ? Hayır! İlla ki bulacağım bir kaç tane, en azından buket yapabilecek kadar...

Yollara çıkmaya az kaldı... Neden mi yollar ? Tertemizler çünkü gelip gidene rağmen... Durgunlar ve dinginleştiriyorlar güzelcene... Çıkınca ne mi olacak ? Mutluluk buketini gerçekten yapabileceğime inanacağım belki de... belki de...

Ama bunları yaparken bir soru sormayı unuttum kendime:

Diyelim ki yaptın mutluluk buketini...

Ne yapacaksın ?

Cevabım da var aslında.... Kendimle değil de başka biriyle etmek istiyorum kavgamı....

Gel de sor sorunu! Gel de iste benden mutluluk buketini...

Haydi Dünya'm!

09.07.2009

loş duymak...

Karanlık sadece ışık ile mi loş olur?

Karanlık siyahtır. Siyahın birer katman incelmesi ile olur aydınlık.

Ortada bir yeri ise loştur.

Ama sanırım duyularım da beni loş ortama götürüyor; kısa süreliğine de olsa.

Dokunduğun zaman, duyduğun zaman, tattığın zaman, işittiğin zaman...

Duyu alış-verişi diye bir şey var mıydı?

Varsa belki de cevap odur.

Peki ya yoksa?

Cevap nedir?

4 Şubat 2010 Perşembe

hiç...

hiç kelimesinin asıl anlamı olmayan demekmiş literatürde...

fark ettim ki aslında kelimeler anlamlarını yüklemiyor bize, biz istediğimiz anlamları yüklüyoruz kelimelere.

hiç kelimesi olmayan iken; biz çoğu zaman bir çok şeyin ortasında, hiçbirinden vazgeçmeyeceğimiz halde bir sürü şeyin varlığını bilerekten kullanırız hiçi.

bazen de hiç; boku bokuna demektir.

hiç uğruna kaybetmek sevgiliyi de böyle bir şeydir...

1 Şubat 2010 Pazartesi

anlamak...

bazen bir çok uykulu sözcük karışır birbirine ve ayılır...

sonra da, deniz dibine bakarsın; anlamazsın...

başlarken, ederlezi...

ağıt yapmak veya ağıt yakmak; yani ederlezi...

aslında yazmak ederlezi.

boşaltmak gerek her şeyleri..

başlamak güzeldir, hoşgelsin...